2018 Yılında Seyircilerle Buluşmuş En İyi 15 Film

30
8
3
1
1
Redbull, gişe filmlerinden sıyrılıp daha sanatsal filmler arayanlar için kişisel beğenilere göre listelenmiş yılın en iyi 15 filmini açıkladı.

Sinema dünyası, şu sıralar Oscar dönemine girmiş durumda. Bu nedenle bol patırtılı gişe filmi sevenler için sinema salonları pek de ilgi çekmiyor. 2018 yılı, Avengers: Infinity War ve Deadpool 2 gibi rekorları alt üst eden Marvel filmlerinin gürültüsü ile geçmiş olsa da filmlerin ‘sanat’ yönünü sevenler için de oldukça iyi bazı yapımların vizyona girdiği söylenebilir.

Redbull, 2018 yılında seyircilerin beğenisine sunulmuş en iyi 15 filmi listeledi. Listede Avengers: Infinity War ve Deadpool 2 gibi gişe filmleri yer almıyor. Bununla birlikte popüler kültürden biraz daha uzakta sanatsal sinema filmleri arıyorsanız doğru yerdesiniz. Bu listenin Redbull tarafından kişisel tercihler baz alınarak hazırlandığını bir kez daha hatırlatalım.

15- Leto (Yaz)

80’li yıllarda, Leningrad’da el altında dolaşan David Bowie, Led Zeppelin, Lou Reed plaklarıyla oluşan rock’n roll alt kültürü, sonradan efsanevi olacak gruplara da müzikal bir kaynak yaratmıştı. Sovyet baskısı altında kendi potansiyellerini ortaya çıkarmaya çalışan müzisyenleri sıra dışı bir kurgu ve yarı müzikal bir estetikle karşımıza getiren yönetmen Kiril Serebrenikov, Leto'da bir aşk üçgenini kaybolmuş bir dönemin kaybolmuş insanlarına renkli bir ağıt yakarak karşımıza çıkarmıştı.

14- Annihilation (Yokoluş)

Ex Machina’nın yönetmeni olarak tanıdığımız Alex Garland’ın 4 yıl aradan sonra bu kez Netflix ekranlarında sinemaya geri döndüğü yeni filmi Annihilation yılın en iyi bilim-kurgu filmlerinden biriydi. Kasvetli atmosferi ile Stalker, Solaris gibi başyapıtları hatırlatan filmde, gidenin geri dönmediği, karantinaya alınan gizemli “Area X” bölgesine keşif yolculuğu yapan dört bilim insanının hikayesini takip etmiştik. Başrollerinde Natalie Portman ile Oscar Isaac’i izlediğimiz film türlü okumalara açık zengin muhteviyatı ile yılın en dikkat çeken işlerinden biriydi.

13- Shoplifters (Arakçılar)

Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda’nın Cannes’da Altın Palmiye’yi kucaklamasına vesile olan Shoplifters, yönetmenin sıklıkla etrafında gezindiği aile meselesi üzerine yeni bir denemesiydi. Çeşitli mağazalardan hırsızlık yaparak geçinmeye çalışan ve aslında birbiriyle kan bağı da olmayan altı haneli tuhaf bir aile ile tanıştığımız film, özellikle sorgu sahnelerinde aile olmaya dair yaptığı kayda değer tespitlerle dikkat çekiyordu. Kore-eda'nın hep etrafında döndüğü meselelerin Still Walking'den sonra derli toplu bir araya geldiği ilk film olan Shoplifters, içinde en çok yemek yeme sahnesi barındıran filmlerden biri olarak da dikkat çekiyordu. O yüzden filmi izlemeden önce karnınızın tok olduğuna emin olun deriz.

12- Sorry Angel (Beğen, Sev ve Hemen Kaç)

Fransız yönetmen Christophe Honoré’nin kişisel bir hikayeden yola çıktığı son filmi Sorry Angel, dört başı mamur bir dönem filmiydi. 90’lı yılların başında geçen filmde HIV pozitif bir yazar ile genç bir sinema öğrencisi arasındaki med cezir ilişkiye tanık olmuştuk. Biri yolun başında, diğeri ise yolun sonunda olan iki insanı dönemin tüm ruhunu perdeye taşıyarak karşımıza getiren Honoré, müzikleriyle, giysileriyle, film içinde gözümüze çarpan afişleriyle bizi erken doksanların orta yerine bırakıvermişti. Eh, bizim de bu durumdan pek şikayetimiz yoktu açıkçası.

11-  Private Life

Tamara Jenkins, uzun aralıklarla film çekmeyi seven bir yönetmen. Araya koyduğu geniş molalar onun üzerine incelikle düşünülmüş, iyi yazılmış ve etraflıca ilgilenilmiş filmler yapmasını sağlıyor diyebiliriz. Aileler ve sağlık sorunları çerçevesindeki küçük filmlerden oluşan filmografisini bir nevi üçleme olarak tanımlamak da mümkün. Bu üçlemenin Slums of Beverly Hills ve The Savages ile beraber son halkası olan Private Life’ta çocuk sahibi olmak isteyen, yaşları da ilerlemiş, orta-üst sınıftan bir çift ile tanışmıştık. Neredeyse tüm yöntemleri denemelerine rağmen arzularına ulaşamayan çiftin hem umutlarını hem de umutsuzluklarını derinine kadar bize hissettiren Jenkins umarız bir daha arayı bu kadar açmaz.

10- The Favourite (Sarayın Gözdesi)

Yorgos Lanthimos’un iyiden iyiye Hollywood’a kapağı attığının bir emaresi olan The Favourite, Oscar yarışında da her geçen gün destekçilerini artırıyor. Lanthimos’un önceki filmlerine nazaran komedi dozunu hayli yükselttiği The Favourite’te 18. yüzyılda İngiliz kraliyet sarayına gelen bir hizmetçinin yavaş yavaş yükselişini takip etmiştik. Soyluyken bir anda hizmetçi klasmanına düşen Abigail’in yeniden sıfatına kavuşmak için her yolu mübah görmesi ile raydan çıkan film tam bir oda komedisi hüviyetine sahipti. All About Eve, The Draughtsman’s Contract, The Servant gibi başyapıtlarla da akraba olan The Favourite, Olivia Colman’ın dudak uçuklatan performansıyla da konuşulmayı hak ediyor.

9- Ahlat Ağacı

Nuri Bilge Ceylan’ın ilk başta süresi ile (190 dakika) soru işareti yaratan son filmi Ahlat Ağacı, yönetmenin belki de izleyicileri ikiye bölen ilk filmi oldu. Üniversiteden yeni mezun olmuş bir yazar adayının taşradaki işsizlik, parasızlık ve nihayet geleceksizlik sorunlarını bir aile draması çerçevesinde karşımıza getiren film, yönetmenin alışık olduğumuz sakin üslubundan da oldukça farklıydı. Bolca cut yapan ve biçimden çok diyaloglara sırtını yaslayan Ceylan, hem memleketin ahvaline dair çarpıcı tespitler yapıyor hem de artık klişeleşmiş baba-oğul hikayesine yeni bir perspektif getirerek sıra dışı bir başarıya imza atıyordu. Memleket üzerine düşünürken bugün ne durumda olduğumuzun fotoğrafını da çeken Nuri Bilge Ceylan, neden günümüzün en değerli yönetmenlerinden biri olduğunu bu kez Ahlat Ağacı ile kanıtlamıştı.

8- Museo (Müze)

Meksikalı yönetmen Alonso Ruizpalacios’un hak ettiği ilgiyi pek görmeyen son filmi Museo, 1985’te New Mexico’da yaşanan bir soygunun gerçek hikayesinden “uyarlanmıştı.” Ulusal Antropoloji Müzesi’nden çaldıkları paha biçilmez eserlerle ortalıktan kaybolan iki gencin hikayesini anlatmak yerine, hikaye anlatma ve gerçek-kurgu ilişkisi üzerine sapasağlam tespitler yapan film, oldukça orijinal bir hüviyete bürünüyordu. Çok değerli ve “paha biçilemez” olduğu için gerçekten de paha biçilemeyen ve hiçbir şekilde satılamayan eserlerle ortada kalan iki gencin macerası, hikayenin de en az gerçek kadar değerli olduğunu hatta zaman zaman onu aşacak kudrete sahip olduğunu gösteren, güçlü bir filmdi.

7- Long Day’s Journey Into Night (Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk)

İzleyici için pek de kolay lokma olmayan bir film Long Day’s Journey Into Night. Çinli yönetmen Bi Gan’ın ilk filmi Kaili Blues’un bir nevi devamı olan yeni filminde yıllar önce terk ettiği kasabasına eski sevgilisini bulmak için geri dönen bir adamın yolculuğunu takip etmiştik. Uzun sekansları ile gerçeklik ile bağlarını yavaş yavaş koparıp adının hakkını veren bir masala doğru meyleden film, tek plan ve 3D olarak çekilen son 45 dakikası ile de deneysel sulara doğru ilerliyordu. Yeni deneyimlere ve farklı süre estetiklerine hazır olan izleyiciyi ödüllendiren film zor ama ilgiye değer bir tecrübe olarak bu seneki “en iyiler” listelerine girmeyi hak ediyordu.

6- Climax

Gaspar Noe’nin “kabus estetiğinde bir dans filmi” şeklinde tanımlayabileceğimiz son filmi Climax, bir grup dansçının içinde LSD bulunan bir sangria içmesiyle yavaş yavaş kontrolden çıkmalarını anlatıyor. Ve aslına bakarsanız filmin bundan başka bir konusu da yok. İşlerin çığrından çıkmasıyla cennetten cehenneme doğru yapılan bir yolculuğa dönüşen film, çığlıklar, kavgalar, yanan kafalar eşliğinde izlemesi zor bir seyirliğe dönüşüyordu. Bir kabusu rengarenk dans sahneleriyle kamufle eden film, mideye yumruk indirenler ailesinden sarsıcı bir başyapıttı.

5- Under the Silver Lake (Gümüş Gölün Altında)

It Follows ile sıkı bir gerilime imza attıktan sonra bu kez Under the Silver Lake ile karşımızdaydı David Robert Mitchell. Esinlendiği sanatçılardan olan David Lynch ya da Thomas Pynchon’un eserlerinde olduğu gibi izleyiciyi/okuyucuyu tamamen ikiye bölen filmin seveni de nefret edeni de boldu. Kaybolan bir kızın peşinde Hollywood dehlizlerinde tuhaf bir yolculuğa çıkan Sam ile birlikte akla gelmedik maceralara daldığımız film gerçekten de her izleyiciye göre değildi. Ama absürd atmosferine uyum sağlayıp, ritmine ayak uydurduğunuzda içinde bulunduğumuz bu çılgınlıklar çağının ne menem bir şey olduğuna dair kafa yoran filme aşkınızı ilan etmeniz de mümkündü. Rear Window’dan, Mullholland Drive’a geniş bir referans skalası olan film, herkesin en az bir kere tecrübe etmesi gereken bir delilik.

4- Madeline’s Madeline (Madeline, Madeline’i Oynuyor)

Josephine Decker, üçüncü uzun metraj filmi olan Madeline’s Madeline’de 16 yaşındaki Madeline’in hem bir hastalıkla mücadele eden hem de sonsuz bir yaratıcılık barındıran zihin dünyasına davet etmişti bizi. Bir noktadan sonra teatral performans ile hayatın birbirine karıştığı, homojenleştiği bir yapıya bürünen film Madeline’in hem annesi hem de arkadaşları ile kurduğu/kuramadığı ilişkiyi kimlik meselesine yoğunlaşarak karşımıza getirmişti. Filmden ziyade tiyatroya, performansa meyleden bir biçime sahip olan Madeline’s Madeline’de tüm yük de doğal olarak başrol oyuncusu Helena Howard’ın sırtına binmişti. Howard da bu yükü “hay hay” deyip kabul etmiş ve ortaya koyduğu parmak ısırtan performansla filmin hazine klasmanına yükselmesine vesile olmuştu.

3- Burning

Hazine demişken Burning’den bahsetmemek olmaz elbette. Güney Koreli yönetmen Lee Chang-dong'un 8 yıl aradan sonra sinemaya döndüğü yeni filminde oldukça gerilimli bir aşk üçgenine misafir olmuştuk. Genç bir yazarın pek de hatırlamadığı eski bir arkadaşı ile karşılaşmasıyla başlayan film, sakin ama insanı avcunun içine alan ritmiyle yavaş yavaş gerilimin sularına doğru ilerliyordu. Murakami’nin kısa öyküsünden derinlikli, eksiksiz ve her detayı incelikle düşünülmüş oldukça orijinal bir film çıkaran Chang-dong, ilişkiler, yazmak, yaratmak ve nihayet yakıp yok etmek üzerine eğilen unutulmaz bir esere imza atmıştı.

2- Roma

Kağıt üstünde hikayesine baktığınızda pek etkilenmeyeceğiniz ama perdede şahit olduğunuzda belki de hayatınızda izlediğiniz en iyi filmlerden biriyle tanışabileceğiniz bir film Roma. Alfonso Cuaron’un bir roman yarattığı ama yazmak yerine filme çektiği eserinde olağanüstü görsel zenginliğin içinde kaybolmamanız mümkün değil. 1970’li yılların başında Mexico City’de yaşayan orta-üst sınıftan bir aile ve o ailenin hizmetçisinin savrulan hayatlarına tanık olduğumuz film, her karesiyle sinema sanatının hala nefes aldığını hissettiren bir mücevherdi.

1- Transit

Ne denilebilir ki? Christian Petzold’ün “Baskıcı Zamanlarda Aşk” üçlemesinin Barbara ve Phoenix’in ardından son halkası olan Transit zamanın homojenleştiği bir seyirliğe davet ediyordu izleyiciyi. İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen bir hikayeyi günümüze taşıyan Petzold, sağlam bir politik zemine sahip hikayesinden oldukça melankolik bir şaheser çıkarmayı başarmıştı. Gidenlerin, gidemeyenlerin ve kaybolanların sanki hayaletler gibi günümüz sokaklarında dolaştığı bu zarif film, 2018’in bize armağan ettiği benzersiz bir sinema mucizesiydi.

Kaynak : https://www.redbull.com/tr-tr/2018-in-en-iyi-filmleri?linkId=60458153
30
8
3
1
1
Emoji İle Tepki Ver
30
8
3
1
1