Matematik, aslında hayatta yaşadığımız çoğu zor seçimin rakamlarla ifade edilmiş hali gibi. Bu nedenle bazı karmaşık problemler, onu çözenler tarafından felsefi düşüncelerle ilişkilendiriliyor. Hatta sadece bu nedenle, astronomi ve uzay bilimlerinin doğuşuna neden olan şey, düşüncelerden başkası değil. Yani rakamlar, bu uzun yolculukta bizim ulaştığımız bir sonuçtan ibaretler. Bundan sonra da yolda yürürken kullanacağımız kılavuz olmaya devam edecekler.
Olasılıklar da bu yolda karşımıza çıkan yolları, daha o yollara dönmeden daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bir parayı havaya attığınızda hangi yüzünün üstte kalacağı, bir zarı attığınızda hangi sayının geleceği ya da…
… bu soruya rastgele yanıt veridiğinizde, doğru olma olasılığının % kaç olduğu gibi:
Yukarıdaki soru, aslında şıklarıyla bütünleşen bir yapıya sahip. Hemen hemen herkesin fark ettiği üzere 4 ihtimal var. Bu nedenle yüzeysel olarak bakıldığında sorunun doğru yanıtını rastgele bulma şansımız %25. Nitekim şıklarda iki adet %25 var. O halde ihtimal sayısı 3’e geriliyor ve olasılık %33,33… oluyor. Nitekim bu olasılık değeri ise şıklarda yok.
Bir çelişkidir gidiyor, bir çıkmaz başlıyor ve bitmiyor.
- Sorunun matematiksel açıdan cevabı, çoğu bilir kişiye göre %0'a yakın. Ancak işi çelişkiye sürükleyen şıklar devreye girdiğinde matematik yeterli gelmiyor.
Bu bir matematik sorusu değil, psikoloji ve sinir bilim sorusu:
Bir soru gördüğümüzde ya da hayatımızda buna benzer hisler uyandıran çıkmaza girdiğimizde, beynimizin karar verme mekanizması devreye giriyor.
Bir karar vermek zorunda olduğumuza dair baskı altında hissediyoruz.
Sigmund Freud’a göre aklımız, duygularımıza muhalefet yapmaya başlıyor.
Platon’a göre duygularımız atlara, aklımız ise atın çektiği savaş arabasına benziyor.
Kendimizi başarılı bir karar vermek adına yormaya başlıyoruz.
Felsefi düşünceleri bir kenarı bırakıp olaya sinir bilimi perspektifinden yaklaşanlar da var. Bir kararımızın başarıya ulaşmasını arzu ettiğimizde, beynimizde ilk çalışan noktalar duygusal nöronlar oluyor.
Duygularımızı kontrol eden limbik sistem, her şeyden önce devreye giriyor. Bu güdünün hayvansal bir içgüdüyle gerçekleştiği düşünülse de durum oldukça farklı.
Biz insanlar, iyi bir karar verdiğimizde motive oluyoruz. Anlamlandırma yapmadan karar veremiyoruz. Bu nedenle şıklarda iki tane “%25” görünce ya şansımızın arttığını düşünüyoruz ya da bir süre daha bakıp anlam vermeye çalışıyoruz. Anlam veremezsek geçiştiriyoruz. Olmadı işi inada bindiriyoruz, çünkü inat da duygusal. Kısaca duygular olmadan karar aşamasına geçemiyoruz.
Dünyanın en ünlü sinir bilimcilerinden olan Antonio Damasio, bu bulguları bir hastası üzerinde eskaza kanıtladı. Damasio, gizlilik gereği Elliott olarak andığı hastasını ölümcül bir beyin tümörü dolayısıyla ameliyat etti. Ağır geçen operasyon sırasında hastanın, tümör yüzünden hasar gören limbik sistemi alınmak zorunda kaldı. Elliott artık duygularını kontrol ettiği beyin bölümünden yoksundu.
Elliott’un hayatı boyunca kararları sadece aklıyla vermesi bekleniyordu. Ancak öyle olmadı. Her karar anında bir seçim yapamaz hale geldi. Çünkü duygularla ilgili nöronlar çalışmadan, mantıksal ve rasyonel eğilimler göstermek imkansızdı. Damasio, bulgularını hipoteze çevirdi. Bir deney gerçekleştirdi ve bunun için kart oyunlarını kullandı. Deney sırasında, oyuncuların kötü kartı seçtiklerinde parmaklarının terledikleri fark edildi. Daha anlaşılır bir ifadeyle:
Kötü bir karar verdiğimizde sonucu görmeden bunun farkına varabiliyoruz.
Hayatta doğru seçeneği bulma olasılığımız her zaman %100 olmayacak, ancak yanlış bir karar verdiğimiz hissedebileceğiz.
Nietzsche’ye göre “Çelişkilerimiz, umutlarımızdır.”